He is accustomed to bribing anyone who gets in his way.
Yoluna çıkan herkese rüşvet vermeye alışkındır.
He's accustomed to mountain climbing.
Dağ tırmanışına alışık.
She's accustomed to getting up early.
Erken kalkmaya alışkın.
Tom can no longer afford to live in the style he is accustomed to.
Tom artık alıştığı tarzda yaşamayı göze alamaz.
Tom was accustomed to being on his own.
Tom kendi başına olmaya alışkındı.
Tom's eyes weren't yet accustomed to the dark, so he couldn't see a thing.
Tom'un gözleri henüz karanlığa alışkın değildi, bu yüzden bir şey göremedi.
Tom is accustomed to working outside.
Tom dışarıda çalışmaya alışkın.
Tom isn't accustomed to walking barefooted.
Tom yalınayak yürümeye alışkın değil.
The more countries a language is spoken in, the less important it is to sound like a native speaker, since speakers of that language are accustomed to hearing various dialects.
Bir dil ne kadar çok ülkede konuşulursa, o dili konuşanlar çeşitli lehçeleri duymaya alışkın olduğundan, anadili gibi ses çıkarmak o kadar az önemlidir.
He's accustomed to traveling.
Seyahat etmeye alışkın.
It seems like it will take me a while to get accustomed to life here.